Charles Baudelaire Paris Sıkıntısı
16:10:00Şiirler belki de hayatın bir dönemeci gibi gelir ve bizi bulur. Bulduğunda ise onun ahenki ile dans etmek gerekir. Tıpkı Charles Baudelaire'in dediği gibi "Her zaman sarhoş olmalı insan."
Peki sarhoşluk sadece içki ile mi oluyor?
Charles Baudelaire, melankolinin şiirlerdeki yansıması. O yansıyan melankolinin içindeki yaşanmışlıklar var. Kendi yaşanmışlığı. Bu yaşanmışlıklarda bunalım, öfke, mutsuzluk, hüzün yer alıyor.
Benim şiirlerinde en çok hissettiğim şey ise öfkesinin bastırmaya çalışmanın yolunu "melankoli"de bulmuş olması. Bu sayede kuralları çiğneceğini düşünmüş. Ona göre sanatta kural olmamalı. Kurallar soyutluğuna ve imgelerine ters düşüyor.
Paris Sıkıntısı'ndaki eserleri mensur şiir türünde yazmıştır.
"Mensur şiir, şiirin cümle yapısı ve ahengini koruyan ancak ölçü ve kafiyeye bağlanamayan; şairane bir konuyu, his, hayal ve düşünceyi kısa şekilde ve yoğun bir üslupla anlatan düzyazı türüdür. Mensur şiirde olay örgüsü de vardır. Bu özelliğiyle, öykü ile şiir arasında bir tür sayılır."
Bu mensur şiirlerde bir sokakta dolaşırken gördüğümüz şeyleri bir de benim gözümden bakın, benim gözümden olayları yaşayın demek istemiş. Zamanın sonsuz denizinde uçarcasına yazmış şiirlerini. Sanki zamanla yarışmak istiyor ama zamana karşı gelemeyeceğini de biliyor gibi.
Şiirlerinde en çok karşıma çıkan durum ise tezatlık yani zıtlık. Tıpkı hayat gibi. Hayatta da zıtlıklar yok mudur? Hayatı gözlemleyerek yazmış şiirlerini. Hayattaki sembolleri, imgeleri ve en önemlisi kendini şiirlerine aktarmış. Sanki şiirlerin içinden beni bulun demek istiyor. Yalnızlığımı anlayın demek istiyor. Şiirlerinde biraz da insanlara karşı sitem hissettim. Yalnızlığının nedeni olarak insanları görüyor. Belki de bir kaçış yalnızlık?
Şiirlerindeki imgeleri ve duyguları anlamak için ilk başta onun hayatını okumanızı tavsiye ederim.
Korkunç bir adam giriyor içeri ve aynaya bakıyor. .
“Kendinizi görünce tiksintiden başka bir şey duymayacağınıza göre, ne diye bakıyorsunuz aynaya?”
Korkunç adam şu yanıtı veriyor: “89’un ölümsüz ilkelerine göre tüm insanlar eşit haklara sahiptir; ben de aynaya bakma hakkımı kullanıyorum; hoşlanmak, hoşlanmamak benim bilincime kalmış.”
Ben aklın sesiyle kuşkusuz haklıydım; ama yasal açıdan adam da haksız değildi.”
Her zaman sarhoş olmalı insan. Tüm sorun bunda: Zamanın, omuzlarınızı çökerten ve sizi yere eğilmeye zorlayan o korkunç ağırlığını duymamak için, sürekli sarhoş olmanız gerek.
Peki neyle? İster şarapla, ister şiirle, ister erdemle, bu sizin bileceğiniz iş. Ama kendinizden geçin.
Örneğin bir sarayın merdivenlerindesiniz, bir kuytunun yeşil otları üzerinde ya da odanızda, insanın içini karartan o yalnızlık içindesiniz ve uyandığınızda eğer sarhoşluğunuz azalmış ya da büsbütün ayılmışsanız, rüzgara, dalgaya, yıldıza, kuşa, duvar saatine, kaçan her şeye, uğuldayan ve ses çıkaran her şeye, yuvarlanan ve şakıyan her şeye saatin kaç olduğunu sorun. Alacağınız yanıt hep şu olacak: “Saat sarhoş olma vakti! Zamanın o kurban kölelerinden olmamak için, içip kendinizden geçin; sürekli kendinizden geçin! Şarapla, şiirle ya da erdemle, canınızın istediği bir şeyle.”
Bırak da uzun, uzun, durmak bilmeden içime çekeyim saçlarının kokusunu, bir kaynağın sularına yüzünü daldıran susamış insan gibi yüzümü daldırayım içlerine, kokulu bir mendil gibi elimle sallayayım onları, sallayayım da anılar silkelensin havada.
Bir bilseydin saçlarında gördüğüm, duyumsadığım, işittiğim şeyleri! Başka insanların ruhu ezgiler üzerinde nasıl dolaşırsa, benim ruhum da koku üzerinde öyle dolaşır.
Yelkenlerle, serenlerle dolu bütün bir düş var ve büyük denizler var, köpükleri alıp götürür beni tatlı iklimlere doğru.
Saçlarının okyanusunda bir liman görüyorum, hüzünlü şarkılarla, her ulustan, güçlü insanlarla, sonsuz sıcaklığın yangelip yattığı, uçsuz bucaksız bir gök üzerinde ince ve karışık yapıları oymalar gibi beliren, ölümsüz sıcaklığın sere serpe yayıldığı o gemilerle dolu.
Okşarken saçlarını bir gemide oluyorum, güzel bir gemi, bir kamara, divan, saksılar, serinletici içkiler ve gemiyi ve beni bir beşik gibi sallayan o görmediğim dalgalar, uyuşuk saatler; saçlarını okşarken, beni o dinlendiren, o tembel saatleri yeniden buluyorum.
Saçlarının o harlı ocağında, afyonla ve şekerle karışık tütün kokusunu yeniden soluyorum; saçlarının gecesinde, sıcak ülke göklerinin sonsuzluğunu parıldar görüyorum; saçlarının ince ince tüylü kıyılarında, katranın, miskin, hindistancevizi yağının birbirine karışmış kokularıyla sarhoş oluyorum.
Bırak da dişleyeyim uzun uzun ağır, kara örgülerini. O lastik gibi esnek, asi saçlarını ısırdığımda sanırım, anıları da yiyip tüketeceğim.”
Herkes yıkanamaz kalabalığın denizinde;bazı insanlar vardır, daha beşikteyken kılıktan kılığa girmenin, kalabalığa karışıp yüzünü gizlemenin, eve duyulan kinin ve yolculuğun zevkini üfler kulaklarına bir peri, işte yalnız o kişi, canlılık içinde kana kana sarhoş olur, hem de insan türünün sırtından sağlar içkisini.
Kalabalık, yalnızlık; etken ve verimli bir ozan için aynı deyimler. Yalnızlığını kalabalıklaştırmasını bilmeyen, arı kovanı gibi işleyen bir kalabalıkta yalnız olmayı da bilmez.
Bu eşsiz ayrıcalığın tadını yalnız şair çıkarır, ister kendi, ister bir başkası olur. Diledi mi herkesin kişiliğine bürünür, kendilerine bir beden arayan o başıboş ruhlar gibi. Şair için her şey, her yer açıktır, bazı yerler ona kapalı görünmüşse, girmek zahmetine katlanmıyor demektir.
Yalnız ve düşünen gezgin bu evrensel kaynaşmadan eşsiz bir sarhoşluğa erer. Kalabalıkla kolayca kaynaşan kişi, ateşli hazlar tadar, kutu gibi kapalı bencil ile istiridyeler gibi evine çekilmiş tembel, bu hazlardan yoksun kalır. Yalnız ve düşünceli gezgin, karşısına çıkan bütün uğraşıları, bütün sevinçleri, bütün yoksunlukları kendinin olarak benimser.
Bu anlatılmaz şölenle karşılaştırılırınca, ortaya çıkan beklenmedik olaya, gelip geçen bir yabancıya kendini bütünüyle, bütün şiiri, bütün yardımseverliğine veren ruhun bu kutsal orospuluğuyla karşılaştırılınca, insanların aşk dedikleri şey son derece küçük ve zayıf kalır.
Sırf o budalaca gururlarını bir an olsun kırmak için, bu dünyanın mutlularına bazen kendi mutluluklarından daha üstün, daha geniş, daha derin mutluluklar bulunduğunu anımsatmak iyidir.
Sömürgelerin kurucuları, halk önderleri, dünyanın ta öbür ucuna göç etmiş misyoner papazlar, bu gizemli sarhoşluğu biraz bilirler kuşkusuz; dehalarının sağladığı geniş ailenin kucağında, kıt kanaat sofuca yaşadıkları için onlara acıyanlara bazen gülmek zorunda kalırlar.”
İnsanlar vardır, kendi iç dünyalarına dalmayı sever, eyleme geçmekten hoşlanmazlar, ama öyle bir an gelir ki bilinmez ve anlaşılmaz bir iç tepkiyle, kendilerinden beklemedikleri bir çabuklukla, eyleme geçerler.”
Ey mutluluk! Yaşam dediğimiz şeyin, en mutlu anında bile, şu an içinde olduğum, dakikası dakikasına, saniyesi saniyesine tattığım şu yüce yaşamla hiçbir ortak yanı bulunamaz!
Hayır! dakikalar yok artık, saniyeler yok! Yitip gitti zaman; şimdi Ölümsüzlük egemen her şeye, hazların ölümsüzlüğü.”
Nasıl da içine işler insanın güz akşamları! Ah nasıl da acı verir! Çünkü öyle tatlı duygular vardır ki nasıl doğdukları bilinmese de, öylesine yoğun etkiler insanı; Sonsuzluk bunların başındadır ve daha keskini de yoktur.
Gözlerin göğün ve denizin sonsuzluğuna dalması ne de büyük zevktir! Yalnızlık, sessizlik, göğün eşsiz kutsallığı! Ufukta titreyen ve küçüklüğüyle, yalnız haliyle çaresiz varlığıma öykünen küçük bir yelken, dalganın tekdüze ezgisi, bütün bunlar benimle düşünür, ya da ben onlarla düşünürüm (zira düşlerin enginliğinde ben çabucak yitip gider!); tüm bu nesneler düşünürler, diyorum, ama onlar gereksiz ayrıntılara dalmadan, tanımlama yapmadan, sonuç çıkarmadan müziksi bir biçimde düşünürler diyorum kendi kendime.
Yine de bu düşünceler, ister benden çıksın, ister nesnelerden, fazlasıyla yoğunlaşıyorlar çabucak. Güç, hazda bir tedirginlik, olumlu bir acı yaratır. Aşırı gerilmiş sinirlerim hırçın ve hüzünlü titreşimler veriyor yalnız.
Ve şu an göğün derinliği yüreğimi yakıyor, saydamlığı çileden çıkarıyor beni. Denizin duygusuzluğu, önümdeki manzaranın değişmezliği isyan ettiriyor beni... Ah, hep böyle acı mı çekmeli, hep kaçmalı mı güzelden yoksa? Doğa, acımasız büyücü, her daim üstün gülen yarışmacı, bırak yakamı! Arzularımı ve gururumu kışkırtmayı bırak artık! Teketek bir savaştır incelemek güzeli, sanatçı dehşet içinde haykırır bu savaşta, yenik düşer sonra da.”
0 yorum