Pablo Neruda Yüz Aşk Sonesi
10:08:00
Matilde Urrutia'ya
Çok sevgili kadınım, sana bu kötü söyleyişli soneleri yazmak büyük çile oldu, acılar verdi ve sanki canımdan bir şeyler aldı, fakat sana bunları sunmanın mutluluğu bir çayırdan daha geniş. Bu işe girişirken, her biri için, aklımın bir köşesinde şairlerin bunca zamandır titiz ve şık beğeniyle gümüşi çınıltılı, saydam ya da top ateşini andırır dizeler kaleme aldıkları vardı. Bense, olanca alçak gönüllüğümle ağaçlardan çattım bu soneleri, demem o ki, pek ışıltılı olmayan, gücünü saflığından alan ezgilerdir duyduğun; nitekim senin kulağına da öyle geliyorlardır. Sen ve ben, yürüyerek ormanlar ve kumsallardan, yitik göller, kül enlemlerden, saf ağaç parçalarını devşirdik, suyla ve hava değişimiyle salınan dallardan. Türküler yaktığım ve tapındığım gözlerini yaşatsınlar diye on dört tahtalı bu küçük evlerin çatısını ve aşk çatılarını o hoş kalıntılardan balta, bıçak ve çakı ile kurdum. İşte sana ait yüze tamamlanmış aşk sonesi: Sana borçlu oldukları yaşamdan başka bir şey olmayan dallardan soneler.
Pablo Neruda
Pablo Neruda eşi için yazdığı şiirleri okurken çok duygulandım. Birini böyle sevmek... Bu kadar içten ve bu kadar saf. Aslında bu şiirlerin içinde Şili'nin durumu da harmanlanmış. Sosyalist bir şair olan Neruda, insanların yoksulluk durumlarını "ekmek" imgesiyle okurlarına sunar.
Şiirler; sabah, öğlen, akşam ve gece olarak ayrılıyor.
Neruda, eşini kaybetmekten korkuyor. Şiirlerinde onsuz bir hiç olacağından bahsediyor.
Pablo Neruda imgeleriyle beni alıp Şili'ye götürdü. Matilde ile tanıştırdı beni.
Sone, iki dörtlük ve iki üçlükten oluşan 14 dizelik bir nazım şeklidir.
"I.
Matilde, çimen, taş, şarap hangisi senin adın
Adısın hem topraktan doğup sonsuza kalanın,
öyle bir sözcük ki söktürür şafağı büyümesiyle
çakar limon ışıkları onun yaz demlerinde.
Akıp gider bu adın üstünde
ateşin deniz mavisi arılarıyla sarılmış tahta gemiler;
bir ırmağın suyudur ki o harfler
kireçlenmiş yüreğimde yüzerler.
Ah, nice yollardan sonra bulunmuş ad,
gizli bir tünelin kapısı sarmaşıklar altında,
dertleşir dünyanın mis kokusuyla!
Ah, sar beni tutuşmuş ağzınla,
yokla istersen geceden gözlerinle,
ama bırak yüzeyim ve uyuyayım adının üstünde."
"II.
Ne uzundur yollar, sevgilim, bir öpücüğe varmaya,
ne avare yalnızlıktır uzar dostluğuna!..
Gider arasız trenler bir başına kıvrılarak yağmurla.
Güneş arama henüz Taltal baharında.
Ne çıkar, sevgilim, sen ve ben bir bütünüz ya,
bütünüz giysilerden köklere varıncaya;
güzden, sudan, kalçalardan bir bütün,
ben sen, sen ben oluncaya.
Taşıdığı taşlardan bilinir ırmağın ırmak olduğu,
o ağız Boroa sularının kaynadığı,
trenler ve kavimlerle bölünmesinden bilinir.
Sen ve ben yazgılıydık sevdalanmaya
nice erkek nice kadın arasında
karanfillerin kök salıp yetiştiği toprakla."
"III.
Amansız aşk, dikenler takınmış menekşe,
arzular çatağında bir top çalısın,
ağrıların kargısı, öfkenin tâcısın,
hangi yollardan geçip de vardın gönlüme?
arzular çatağında bir top çalısın,
ağrıların kargısı, öfkenin tâcısın,
hangi yollardan geçip de vardın gönlüme?
Nasıl afete çevirdin böyle acılı ateşini,
aman vermeden, yolunun soğuk yaprakları arasında:
Kim öğretti seni bana getiren yürüyüşü?
Çiçek mi, taş mı, duman mı gösterdi sana evimi?
aman vermeden, yolunun soğuk yaprakları arasında:
Kim öğretti seni bana getiren yürüyüşü?
Çiçek mi, taş mı, duman mı gösterdi sana evimi?
Bilirim nasıl da titremişti ürkünç gece,
şafak doldurmuştu bütün kadehleri şarabıyla
ve güneş o tanrısal saltanatını kurmuştu,
şafak doldurmuştu bütün kadehleri şarabıyla
ve güneş o tanrısal saltanatını kurmuştu,
arasız sardığında beni acımasız aşk
kılıçlarıyla yaralayıp, dikenleriyle de
yanık bir yol açmıştı yüreğimde."
kılıçlarıyla yaralayıp, dikenleriyle de
yanık bir yol açmıştı yüreğimde."
"V.
Dokunmasın sana gece, ne hava, ne tanyeri,
toprak olsun sadece ve gücü salkımların,
saf suyu dinleyip olgunlaşan elmalar,
çamuru, reçinesi hoş kokulu memleketinin.
Quinchamali'den beri büyür de gözlerin
sınırda benim için yaratılmış ayaklarına değin;
hem sen benim tanıdığım o gölgeli kilsin:
Buğdaylara dokunuyorum üstünde kalçalarının.
Bunları belki de hiç bilmedin, ey Araucania,
yanıp tutuştu bu yürek ağzının anısıyla,
öpüşlerinle geçtim kendimden seni sevmeler öncesi
ve bir yaralı gibi dolandım caddelerde,
aşkıma, volkandan ve öpüşlerden olma
toprağıma kavuştuğumu anlayıncaya."
VII.
Gel benimle- demiştim- kimsenin ermediği
doruğa, bak nasıl ağrıyan yerim çarpıyor orda,
ne bir karanfil buldum, ne bir gemici şarkısı
orda, aşkın açtığı yaradan başka.
Söylemiştim bir daha: Gel benimle, ölürsem eğer
ağzımda kanayan ayı görmeli biri,
görmeli biri sessizliğe tırmanan kanı.
Gelince aşk unutabiliriz dikenli yıldızı!
Duyduğumda yankı veren sesini
"Gel benimle" diyen -boşanırcasına giden
acı, aşk, hapsolunmuş köpüğü şarabın
derinlerdeki fıçısından çıkarcasına,
tattım şöyle bir ve bir alev tadı hissettim ağzımda,
kan, karanfil, kaya ve yanık tadında."
"IX.
Hırçın kayalara vurdukça darbesi dalgaların
çatlar ışık ve yerleşir böylece senin gülün,
toplanıp salkım olur denizde girdaplar
bir tek damlasında akan mavi tuzun.
Ah, köpükte açılıveren ışıltılı manolya,
göz alıcı yolcu, ölümün açtırır çiçekleri
varlığın ve yokluğun sonsuz tekrarında:
Tuz kırığı, denizlerin pırıltılı gelgiti.
Birlikte, sen ve ben, sevgilim, mühürlüyoruz sessizliği;
varsın yıksın o yeri belli heykellerini deniz,
varsın devirsin o taşkın ve ak kulelerini,
her şeyi saran suyun ve arasız kumun
görünmez ipliklerden kumaşında
dokuyoruz birliği ve hor görülmüş sevgiyi."
"X.
Ezgilerden, ağaçlardan alır doyumsuz güzelliğini
akik, ipek, buğday ve ışıltılı şeftaliler,
yaptılar konar göçer heykelini,
vurdu dalgalar vahşi esintini.
Deniz ıslatır cilalı ayaklarını,
biçimler kumda zahmetsizce.
Sırasıdır şimdi dişi gül ateşinin,
ayrılır bur köpük, kapışmasından denizle güneşin.
Ah, dokunmasın sana soğuğun tuzundan gayrısı!
Boynu bükük aşk, eldeğmemiş bahar bile.
Güzelsin, sönmez köpüğün yansısı,
kalçaların koyar da suya ağırlığını,
yeni biçim verirsin, kuğu gibi, nilüfer belki;
yüzdür gitsin sonsuz cam boyunca heykelini."
"XI.
Açım ağzına, sesine, saçlarına,
besinimden yoksun, suskun gezerim sokaklarda,
ekmek değil beni ayakta tutan, ben şafakla perişan,
gün içinde ayaklarının çınıltılı akışını arayan.
Açım kayan gülüşünün,
taşkın ambar rengindeki ellerinin,
açım tırnaklarının solgun taşına,
el değmemiş bir badem gibi yemek istiyorum tenini.
Yemek istiyorum güzelliğinin yakıcı ışığını,
gururlu yüzünde hükmedici burnunu,
kirpiklerinden kayan gölgeyi.
Aç geldim aç gidiyorum koklayarak alacakaranlığı,
seni arayarak, arayarak sıcak yüreğini
Quitratue'de yalnız bir puma gibi."
"XII.
Dolu dolu kadın, tenin elması, sıcak ay,
buram buram su yosunu kokusu, dövülmüş ışık ve çamur,
hangi gölgeli karanlık açılır sütunlarının arasında?
Hangi asırlık gecedir dokunur erkeğe duyularıyla?
Ah, bir su ve yıldız yolculuğudur sevmek,
bunaltıcı hava ve unun ansızın kopan fırtınasıyla
Şimşeklerin kapışmasıdır sevmek,
hırpalanmış iki beden, aynı baldan geçerek.
Koşturur öpüşlerim küçük sonsuzluğunda,
nehirlerinde, kıyılarında, o birkaç haneli köylerinde
ve koşturur senin dişi alevinde
kanın ince yollarında dönüşüp zevk yangınına
yakıp geçinceye bir gece karanfil gibi,
karanlıkta bir parıltı olup olmamak bütün derdi."
"XIV.
Zaman elverse de kutsasam saçlarını,
tel tel saysam ve övgüler düzsem:
Kimi aşıklar yetinirler gözün gördükleriyle,
berberin olmak isterim bense.
İtalya'da Medusa koydular adını
buklelerinden ve yüksek ışığından dolayı saçlarının.
Bense düş kırıklığım derdim sana, belalım
Kalbim tanır ya saçının kapılarını.
O güzelim saçlarında şaşırdığında yolunu,
unutma beni anımsa seni sevdiğimi,
yitik bırakma yollarda saçlarından.
Bütün yolları karanlık dünyada
acılarla gelip geçenler vardır
saçlarının kulesine tırmanan güneş yolunda."
"XVI.
Aşığım o bir avuç toprağa senden parçadır diyen
çünkü başka bir yıldız yok bana
o gezegen çayırlarındakinden. Tekrarı senin dilinde
gittikçe çoğalan evrenin.
Bir ışığım var saçılmış takımyıldızlarından
ve onda senin sesin, iri gözlerin;
yağmurda göktaşının koştuğu
yollar gibi titreşir tenin.
Kalçalarından bana ağan nice aydan,
derin ağzının ve tatlılığının kesintisiz güneşinden,
gölgesinde bal gibi yanan onca ışıktan
Yanık kalbinin, uzun, kızıl ışık yolları boyunca,
işte böyle geçiyorum öpülerek oluşan biçiminden ateşi,
öyle küçüktür, bir gezegen sanki, bir güvercin ve coğrafya."
"XVII.
Tuzun gülü gibi ya da topaz gibi
ya da ateşi çoğaltan karanfillerin oku gibi sevmem seni:
karanlık bazı şeylerin, gizlice, gölgeyle ruh arasında,
sevildiği gibi severim seni.
ya da ateşi çoğaltan karanfillerin oku gibi sevmem seni:
karanlık bazı şeylerin, gizlice, gölgeyle ruh arasında,
sevildiği gibi severim seni.
Çiçeklerin ışığını içinde gizleyen
çiçeklenmeyen bitki gibi severim seni,
ve teşekkürler aşkına, kasvetle bedenimde
yaşar topraktan yükselen kesif rayiha.
çiçeklenmeyen bitki gibi severim seni,
ve teşekkürler aşkına, kasvetle bedenimde
yaşar topraktan yükselen kesif rayiha.
Severim seni bilmeden nasıl, ne zaman, nereden,
basitçe severim seni, sorunsuz ve gurursuz,
başka türlü sevmeyi bilmediğim için böyle severim seni.
basitçe severim seni, sorunsuz ve gurursuz,
başka türlü sevmeyi bilmediğim için böyle severim seni.
Fakat ne sen varsın ne de ben,
öyle yoğun ki sevdamız, bağrımdaki elin elimdir,
öyle yoğun ki, uyuduğumda kapanan gözlerindir."
öyle yoğun ki sevdamız, bağrımdaki elin elimdir,
öyle yoğun ki, uyuduğumda kapanan gözlerindir."
"XXV.
Seni sevmeden önce, aşkım, ben, ben değildim:
Bocalayıp dururdum caddelet ve nesnelerde:
Adam bile sayılmazdım, adım da yoktu üstelik:
Dünya bekliyordu boşlukta.
Nice mekana girdim çıktım:
Ayda yer tutmuş tüneller,
ağız açmış bekleyen hangarlar,
kumda önümü kesen sorular.
Her şey boştu, ölü ve suskun,
düşmüş, kenarda, çökmüş,
tarifsiz uzaktaydı her şey,
kimsem yoktu, ötekiydi herkes
dolduruncaya kadar güzü nimetlerde
güzelliğin ve sadeliğin Matilde."
"XXXV.
Uçarken ellerin gözlerimden güne doğru
ışık girdi çiçeklenmiş bir gül fidanı gibi.
Çırpınıyordu kum ve gökyüzü,
sanki turkuvazda yontulmuş bir arı kovanı yücelerde.
Ellerin çalardı heceleri tımbırdatarak,
bardakları, sarı yağ şişelerini,
taçları, kaynakları, aşkı, yani her şeyi,
aşk deyince; Saf ellerinin hoş tutması kaşıkları.
Geçip gitti akşam. Yalıyor şimdi gece
tanrısal çanağını erkeğin uykusunda.
Bir hüzünlü yaban koku salıyor hanımelleri!
İşte o zaman gölgelerin yuttuğu gözlerimin üstünde
gökte büyük bir maharetle uçan ellerin kapayıverdi
yitirdiğimi sandığım teleklerini."
"XL.
O zamanlar yeşildi sessizlik, ışık çekmişti suyu
bir kelebek gibi titrerdi haziran ayı
geçtiğinde Matilde sen öğle içinden,
Güney'in topraklarında, denizden ve kayalardan.
Giderdin yüklenip çelik katılmış çiçekleri,
çilekeş ve terk edilmiş Güney'in rüzgarındaki yosunları,
eriten tuzla yanmış ak ellerin
dalgalandırırdı kumun başaklarını.
Aşığım sunduğun saflığa, eldeğmemiş taştan tenine,
parmaklarındaki güneşten tırnaklarının bana sakladığına,
bütün sevinçlerden taşkın ağzına,
ama uçuruma yakın evim için sen
sessizliğin çilesini ver bana,
kumda unutulmuş denizin ortağını."
"XLII.
Deniz suyunda salınan ışıltılı günler,
kargaşanın sürüklendiği sarı bir kayanın ruhu gibi,
çöktüler tortuya baldan görkemiyle onun:
Saflığını korudu böylece dikdörtgen.
Çıtırdar ya saat, ateş ya da arılar gibi,
yeşil vurur gömülerek yapraklara
yeşil dallardan bir tepe oluncaya,
ışık saçan bir dünya söner ve fısıldar kendi kendine.
Üzüntü çekemez artık toprağın karanlık yüzü,
susamıştır ateşe birkaç yaprakla bir cennet kuran
yaz günlerinin sarmaş dolaş kabalığı.
Tazelik ve ateştir, su ya da ekmek herkese;
hiçbir şey düşmedi erkeklerin payına
güneş ya da gece, ay ya da dikenlerden başka."
"XLIII.
Senden bir iz ararım başka kadınlarda,
haşinliklerinde onların, ırmak gibi kıvrılan
örgülü saçlar, sulara gömülen gözler,
köpükten gemiler gibi kayan saydam ayaklar.
İnce uzun tırnaklarına benzetirim erken vakitlerde
çakıp giden ışkınlarını kiraz ağacının,
yüzünün yangın yerine benzetirim sularda
yanan saçını, bakıp öbür vakitlerde.
Baktım, kimse taşımıyordu kalp atışını,
ışığını, ormanlardan getirdiğin karanlık tahılı,
kimsede yoktur senin minik kulakların.
Bir öz var senin inceliğinde, eşsizsin kadınların içinde
ve ben böyle aşık, böyle akıyorum seninle
Misissipi genişliğinde dişi bir halice."
"XLIV.
Sevmiyorum dememden bileceksin sevdiğimi,
yaşamın iki yüzü olmasından gelir bu,
söz bir kanattır sessizlikten gelen,
soğuk değil midir ateşin bir yarısı...
Seviyorum işte, başlasın diye seni sevmek,
ersin diye nihayete,
dahası hiç vazgeçmeyeyim diye:
Henüz sevdim diyemem bu yüzden de.
Elimde iki anahtar tutuyorum sanki:
Biri sevmek seni, öbürü sevmemek,
biri mutluluk, mutsuz bir yazgı ihtimali öbürü.
İki ihtimali var aşkımın seni severken.
Bundandır seni sevmediğim zaman da sevmek,
bundandır seni sevdiğim zaman da sevmek."
"XLV.
Bir gün olsun uzak durma benden, nasıl anlatırım,
bunu nasıl, uzayıp gider o gün,
bir ben bekleyeceğim seni
trenlerin uzaktaki garlarda uyuduğu vakitler.
Gitme bir saatliğine olsa bile, ne diyeyim,
birleşir o saatte uykusuzluğun damlaları
ve ne kadar duman varsa bir ev arayan
bakarsın boğmaya gelir yitik kalbimi.
Ah, silinmeyen hayalindir kumlarda,
ah, uçuşmayan kirpiklerin aramıza giren boşlukta:
Aşkım benim, bir an olsun bile gitme,
öyle uzaklara giderdin ki başımı bir an çevirsem,
sonra durma arşınla yazı yaban ne varsa sorarak:
Dönecek misin, yoksa ölüm yalnız mı bulacak beni?"
"XLVI.
Irmaklar ve türlü çiyin ıslattığı
gözüme hoş görünecek onca yıldız arasından
seçmedim sevdiğim yıldızdan başkasını,
uyuyorum işte o günden beri geceyle.
Dalgalar arasından biri ya da öbürü,
deniz yeşili, soğuk yeşil, yeşil dal,
seçmedim ondan başkasını:
Teninin bölünmez dalgasını.
Bütün damlalar ve bütün kökler,
bütün ışık hüzmeleri geldiler,
gördüm, bana geldiler er ya da geç.
Yalnız saçlarındı arzu ettiğim.
Ve nimetleri arasında ülkemin
bir tek vahşi yüreğini seçtim."
"XLVII
Ardımsıra dallarda görmek isterim seni,
damla damla meyveye dönüştüğünü.
Zor değil çıkman kökler arasından
özsu hecelerinle şarkı söyleyerek.
Ardımsıra dallarda görmek isterim seni,
damla damla meyveye dönüştüğünü.
Zor değil çıkman kökler arasından
özsu hecelerinle şarkı söyleyerek.
Önce hoş bir çiçek kabul edecek seni burada,
bir heykel dönüştürücü öpücüğüyle,
güneş ve toprak, kan ve gökyüzü
güzelliğin ve tatlılığını tanıyıncaya.
bir heykel dönüştürücü öpücüğüyle,
güneş ve toprak, kan ve gökyüzü
güzelliğin ve tatlılığını tanıyıncaya.
Saçlarını göreceğim dallarda,
yapraklarda olgunlaşan belirtisini,
susuzluğuma sokulurken onlar.
yapraklarda olgunlaşan belirtisini,
susuzluğuma sokulurken onlar.
Ve dolduracak ağzımı cevherin,
topraktan yükselen öpücüğün
aşkla olgunlaşmış meyveden kanınla."
topraktan yükselen öpücüğün
aşkla olgunlaşmış meyveden kanınla."
"L.
Cotapos'un dediği doğru olmalı ki gülüşün
kayar bir şahin gibi amansız kulelerden
geçersin dünyanın fundalığını bir uçtan bir uca
göksel suyundan kopan yalnız bir şimşek gibi sen.
kayan, biçen, çiyin dilleri gibi sıçrayan,
zümrüt suları, ışık arıları,
sessizliğin sakalıyla yaşadığı o yerde
güneşin narları ve yıldızlar gibi çatlayan,
böyle inilir göğüs eteklerine karanlık geceyle,
yanar ayla dolu çanlar ve karanfiller,
dörtnal gider koşumcunun atları:
Bilirdim pek küçüktün sen,
bir göktaşıydın ardında gülüşler bırakan
elektrik vererek doğallığın adına."
"LI.
Işık hüzmesi var gülüşünde
yeni filiz vermiş bir ağacın, gümüşi bir yıldırımın
gökten kayıp dal uçlarında kırılışı,
tek bir kılıçla ağaçları ikiye bölen.
Seninki gibi gülüş bir tek karla doğar
çalılıklı yüksek tepelerde, tatlı aşkım,
gülüşüdür bu tepelerdeki özgür havanın,
huyudur çamgüzeli sevgilimin.
Sıradağlarım benim, Şili'nin öz kızı,
deşer karanlığı gülüşünün bıçakları,
geceyi, sabahı, öğlenin balını,
deşer de yükselir göğe gürlüğün kuşları
har vurup harman savuran bir ışık
kırdığında o hayat ağacı gülüşünü."
"LII.
Şarkınla güneşe, göğe değersin,
sesin dağıtır günün tahılını,
çamlar konuşurlar senin yeşil dilinle:
Şakır kışın bütün kuşları
Dibe inen adımlarıyla da taşkındır deniz,
çanlardan, kalçalardan ve iniltilerden,
şıngırdar metaller ve avadanlıklar,
bir kervan çığrışır bütün kafilesiyle.
Yalnız senin sesini duyarım bense... ve yükselir
sesin kanatlanıp, kaçınılmaz bir oktur kalbime,
yağmurun rehaveti vardır usul sesinde.
Sesin senin, göksel kılıçlar saçar,
menekşeleri ve yoldaşlığı
yüklenip öyle döner."
"LVI.
Alış ardından karanlığı görmeye,
kederden çıkan saydam ellerinin ardından.
Deniz sabahlarının eserleridir onlar:
Tuz verdi seni, aşkım, pay olmuş billur.
Kıskançlık yanıyor derdine, ölüp tükeniyor şarkımla.
Toplanıyor başıma dünyanın dertleri birer birer.
Aşktan söz ediyorum: Güvercinlerin halkıdır dünya.
Her ıslığınla biraz daha yaklaşıyor bahar.
Ve sen çiçek demeti, bir yürek, can sevgili,
gözlerimdesin göğün yaprakları gibi,
bakıyorum sana uzanıp toprağa sırtüstü.
Güneşi görüyorum yüzüne göçmüş salkımlarda,
adımlarını buluyorum bakarak doruklara:
Matilde, tek sevdiğim, başımın tacı, hoş geldin!"
"LXVI.
Sevmiyorum seni, ki bu ne sevmektir...
sevmekten varıyorum sevmemeye
ve beklemekten beklememeye
yüreğim ateşinden soğuyunca.
Seni sevdiğimdendir bir tek sana aşık oluşum,
dinmez hıncım ve bu hınçla yalvarışım.
Gezgin aşkımın tüm mesafesinde
görmemek var seni, bir kör gibi sevmek yine de.
Yiyip bitirecek zalim hüzmesiyle belki
Ocak ayının ışığı sebatkar yüreğimi,
sonsuz huzur çağıracak yanına beni.
Ölüm bir tek bana yazılmış bu öyküde
ve aşktan olacak ölümüm seni sevmekle,
çünkü seviyorum seni, aşkım, kanla, ateşle."
"LXIX.
Sen olmasaydın varlık diye bir şey olmazdı belki de,
öğleni kesip gidişin olmasaydı
bir mavi çiçek gibi, yürüyüp gitmeseydin
geç vakitler bulutlar ve tuğlalar üzerinden,
ellerde taşınan bu ışık olmasaydı
görmeyeceklerdi belki de başkaları yaldızı,
bilmezdi kimse belki de yeşermesini
güldeki asil bir kırmızılık gibi,
Sen olmadan, sonunda, sen gelmeden
hoyrat ve ateşli hayatıma karışmaya,
güllerden bir esinti, buğdayın rüzgarı,
sen varsın diye varım ben de,
Ben diyorsan, biz diyorsam, hep sen varsın diye,
aşk için varolacağım ben, sen de, biz de..."
"C.
Zümrütlerini ayıklayacağım toprağın
seni daha iyi görebilmek için
ve sen suretini çıkaracaksın o tanelerin,
elinde suyun bize haber ulaştıran kalemi.
Yalan dünya! Ah, derinlikler yoncası!
Tatlı sularda yüzen gemi!
Bir yakut olsak da bu alemde
ayırmasa ikimizi çan sesleri.
Ne kalacak üstümüzde açık havadan başka,
rüzgarla taşınan elmalar,
özlü bir kitap o kameriyenin altında.
Gel, karanfillerin soluklandığı o yerde
sonsuzlukta dokunmuş solmaz bir öpücükten
bir elbise biçelim kendimize."
0 yorum